Dağın Üç Güzeli

Dağın Üç Güzeli

Dağ Köyleri

Büyükdeliller-Epçeler-Küçükdeliller

Gece yarısı telefon çalar… -Veysel merhaba, haftasonu müsaitmisin? -Müsaitim abi nereye gidiyoruz? -Uludağın arkasında dağ köyleri varmış, çok methettiler. Erkenden yola çıkalım ama. -Çıkalım abi. Saat 7 iyi mi? -6 buçuk bile geç olur. -6 nasıl? -Tamam 5 45 te seni alıyorum. Sabah ezanları daha okunmamışken yola çıkıyoruz. Hepimizin aklında çok mu erken çıktık sorusu dolanıyor ama kimse birbirine bu soruyu soramıyor. Maksat yol üzerinde ki Doğancı barajını sabah sisiyle görüntülemek olduğundan ilk başta gayet neşeli yol alıyoruz. Doğancıya vardığımızda bırakın havanın aydınlanıp sisİ görebilmeyi, daha Barajı bile göremiyoruz. -Abi erken geldik galiba -Yok be oğlum sen çok hızlı kullandın arabayı. -? Arabadan inip dışarının nabzını tutmak isteyen arkadaşımız, denemesinde başarısız oluyor. Hava demir gibi soğuk. Beklemenin anlamı yok. Gidip bir köy kahvesinde çay içip ısınalım diyoruz. Artık klasikleşen ‘daha bir hafta önce tişört ile geziyorduk şu havanın soğuğuna bak, mevsimler kendini şaşırdı, sonbahar ilkbahar ortadan kalktı’ muhabbetiyle yol alıyoruz. Soğuğun kaynağı olan Uludağ’ın koynunda olduğumuzu unutarak. Büyükdeliller köyüne geldiğimizde hava hala karanlık. Köy meydanında bir ihtiyar bize şüphe ile bakıyor. Nasıl bakmasın ki? Hemen arabadan inip sıcak temas kurmak istiyoruz. Amca tam da aradığımız kişiymiş. Köy kahvesinin kapısını birlikte açıyoruz. Hemen sobayı yakıp bize çay demliyor. Hava hala demir gibi. Neyse ki kahvenin ortasında tank gibi duran soba içerisini anında ısıtıyor.Amcamız bize köyün adının nereden geldiğini anlatıyor.Bursa’nın fethinden sonra.Yolun güvenliğini sağlamak için iki yol ayrımına bir han inşa edilmiş.1. Murat’ın zamanında güvenlik ve konaklama yapan kişilere verilen isim olan ‘Delil’ ismi ile adlandırılırmış. Handa bu hizmeti yapan iki kardeş olduğundan, daha sonra ayrı iki köy olarak kurularak büyük kardeşin olduğu yere ‘Deliller-i Kebir’(Büyükdeliller köyü), diğerine ‘Deliller-i Sağir’(Küçükdeliller) ismi verilerek 1. Muratın vakfıyesine katılmış. … İçimizi de sobada demlenen çay ile ısıttıktan sonra çay paralarını ödemek için çok sıkı bir mücadeleye giriyoruz. Kazanan yine misafirperver dağ köylüsü oluyor. Bu sahneyi daha önce kaç kez yaşadık sayısını hatırlamıyoruz.Hava yeni aydınlanıyor. Köyü geziyoruz ama güneş kendini göstermediğinden fotoğraf çekmek imkansızlaşıyor. Kahveye gidip biraz daha oturma fikri, tekrar çay parası verme mücadelesi olasılığından askıda kalıyor. Hava biraz daha yükselenene kadar Epçeler köyüne gidelim diye yola çıkıyoruz. Köy içine geldiğimizde arabamızdan indiğimiz gibi dikkatimizi koyun sürüleri çekiyor. Sabahın 8 inde otlaklara yol alan sürülerin çobanlarıyla kısa kısa selamlaşıyoruz. Bizi gören köylüler ilk önce tereddüt edip, sonra elimizde ki fotoğraf makinalarını gördüklerinde çok sıcak davranıyorlar. Sabahın bu saatinde bu kadar çok insanla karşılaşmak bizi şaşırtıyor. Ama köyde olduğumuzu hatırlayınca normal geliyor. Malum köylerde hayat erken başlıyor. Köyün üst kısmında elinde keser ile çivi çıkaran Ramazan dedeye rastlıyoruz. Hem bizimle sohbet ediyor hem de kalasların üzerinde ki çivileri kanırta kanırta çıkarıyor. Evlerini onarmak için bu kalaslara ihtiyaçları varmış. Gücü kuvveti yerinde olan dedemize yaşını sorduğumuzda hep bir ağızdan maşallah diyoruz. Ramazan dede 84 yaşındaymış. Ramazan dedenin yanından ayrılıp köyü gezeken anladık ki köyün ihtiyarlarının hepsi çok sağlıklı, hepsinin gücü kuvveti yerinde. Yaşları 80 in üzerinde olan iki dedemiz iki katlı binanın üzerinde çatı aktarıyor, bir başkası da evin içinde duvar sıvıyordu. Hemen yanlarında sabah güneşinde oturan köylülerle bu konuyu konuştuk. Bu durumu sırtlarını dayadıkları keşiş dağına borçlu oldukalarını söylediler. İlginçtir adı 1925 te değiştirilip Uludağ yapılan dağa köylüler hala Keşiş dağı diyordu. Keşiş dağından gelen buz gibi suyu içip, orada otlayan hayvanlarının sütünü, yoğurdunu, peynirini ve etini yediklerinden böyle dinç olduklarını anlattılar bize. Onların söylemediği, belki de şehir havasının kirliliğini bilmediklerinden farkına varamadıkları bir de dağ havası vardı tabii. Köyün temel geçim kaynağı olan hayvancılık son bir kaç yılda tekrar yükselişe geçmiş. Kışın çabuk geldiğinden pek fazla tarım yapamayan köy halkı sadece kiraz ve elma yetiştiriyormuş. Epçelerden ayrılıp Dağdibi köyüne yaklaştığımızda yol kenarında bir dalı kırmızı, bir dalı sarı elma olan bir ağaç takılıyor gözümüze. Hemen arabadan inip yanına gidiyoruz. Ağacın yanında koyun otlatan hacı amcamız bize ağacın dallarının birinin aşı olduğunu söylüyor. Sabah hava çok karanlık olduğu için uğramadan geçtiğimiz Küçükdeliller köyüne gitmeye karar veriyoruz. Aklıma bu köyde doğmuş olan bir Fatih abimi aramak geliyor. Allahın sevdiği kuluymuşuz ki o da tam o esnada köydeymiş. Üstelik bu gün köy hayrının yapıldığı günmüş. Zaten karnımız aç, hiç düşünmeden teklifini kabul edip köye gidiyoruz. Köye girerken bir ev dikkatimizi çekiyor.Duvarlarında eski tarım aletleri asılı, sarmaşık gülleri ile çevrili bahçesi olan şirin bir ev. Dönüşte mutlaka durup fotoğraflamalıyız diyerek köy meydanına varıyoruz. Aldığımız dağ havasından mı yoksa acıkan karnımızda mı bilmiyorum burnumuza harika köfte kokuları geliyor. Hem köfte kokusunu, hem de kalabalığı takip ederek cami yanında bulunan köy konağı inşaatı alanına kurulmuş devasa mangalı buluyoruz. Bizi hemen bir masaya oturtup önümüze yiyemeyeceğimiz kadar köfte koyuyorlar. Kerpiç fırında yapılmış köy ekmeği ile nefis köfteler arasında lezzet yolculuğuna çıkıp karınlarımızı tıka basa doyuruyoruz. Fatih abiye köyün epey zengin olduğunu düşündüğümü, yoksa bu kadar masraflı bir köy hayrının kolay yapılamayacağını söylüyorum. O da bana bu işin nasıl yapıldığını görmem için biraz beklememi söylüyor. Az sonra bir anons yapılıyor. Açık arttırma başlıyormuş. Hemen yerimiz alıyoruz. Köy hayrı için köylü tarafından bağışlanan her şey meydanda açık artırma ile satışa çıkıyormuş. Önce koyun ve keçiler çıktı açık artırmaya. Küçücük oğlaklar yoğun rekabet ortamında 2-3 bin liraya alıcı buldu. Şaşırmıştık. Ama sonra bir somun köy ekmeğine 100, bir kilo köfteye 80, bir kasa incire 120 lira verenleri görünce koyun ve keçilerin ucuza gittiğini düşündük. En yoğun rekabet bir yer sofrası için yaşandı. 20 liradan satışa çıkan ahşaptan yapılmış, yufka açmakta kullanılacak sofra, köyün bir genci ile düelloya kalkışan bir hanıma 350 liraya malolmuştu. Bu sistem kimin aklına geldiyse çok iyi düşünmüştü. Önce köylü gönlünden kopanı köye bağışlıyor, sonra bağışlananlar açık artırma usulü köylüye satılıyordu. Mezattan bir şey alan köylü parasını bir daha ki köy hayrına kadar istediği zaman ödüyordu. Mezat uzayıp giderken Fatih abi bizi evine davet etti. Canımız fena halde çay çekiyor olmasına rağmen teklifini ilk başta reddettik. Zahmet vereceğimizi söylesek de bu civarda ısrarları kazanan hep köy halkı oluyordu. Eve gittiğimizde karşımızda ki manzarayı gördüğümüzde ağzımız açık kaldı. Tüm heybetiyle karşımızda duvar gibi duran Keşiş (Uludağ) dağının üzerinde dans eden bulutlar, ormanlar üzerinde uçuşan güverciler, pırıl pırıl bir gökyüzü. Hepimiz teker teker aynı şeyi söyledik. ‘İnsan burada yaşlanmaz.’ Fatih abinin evinin balkonundan izlediğimiz manzarayı taçlandıran nefis çay eşliğinde sohbetimiz köy girişinde ki o güzel eve geldi. O evin bir müze ev olduğunu, kendisi yakını olan Mustafa Kabakçı’nın tamamen kendi imkanlarıyla evini müze haline getirdiğinden bahsetti. Sabırsızlandığımızı gördüğü için hemen müze eve doğru yola çıktk. Bizi evinin bahçesinde karşılayan Mustafa abi (Kabakçı) Hemen başladı öyküsünü bize anlatmaya. “Ben 40 yıl önce köyden Bursa’ya giderken gördüğüm birçok gelenek ve günlük eşya geri döndüğümde yok olmuştu. Ben de onardığım eski taş evimi topladığım eşyalarla süsledim. Çevre köylerde ve Bursa’nın çeşitli yerlerinde bulduğum eşyaları evimde topladım. Yaklaşık 450 parça tarihi eşyayı evimde muhafaza ederek, geçmişi yad ediyorum. Çanakkale Savaşı’nda gazi olan dedemin 125 yıllık tüfeğinden, evimizde kullandığımız 80 yıllık eski sürahilere, tarımda kullanılan karasaban gibi eski aletlerden, 70 yıl öncesi kullanılan delikli kuruş paralara kadar birçok eseri burada muhafaza ediyorum” diye devam etti. Evinin dış cephelerini eski tarım aletlerini asarak süslediğini söyleyerek, “Evin dışını görenler kapımı çalmaktan kendini alamıyor. Bu sayede birçok dostum oldu. Herkesten olumlu tepkiler alıyorum. Buradaki eşyaların çoğunu kendi imkanlarımla topladım. Ömrümün yettiği kadarıyla bu eşyaları koruyacağım. Ben öldükten sonra çocuklarım bu evi korumayacak olursa, bu eşyaların tümünü Devlet Tiyatrosu’na bağışlamalarını vasiyet ediyorum” diyerek bize evinin hikayesini anlattı. Sabahın erken saatlerinde başlayıp devam eden gezimiz harika bir şekilde noktalanmış oldu. Konuşacak, anlatacak bir çok şey ve bi dolu fotoğraf ile dönüş yoluna koyulduk. Her gezi sonrası aklıma daha fazla kazıdığım şey olan ‘İyi ki Bursa’da yaşıyorum’ sözü bir kez daha kendini ispatladı. Neresine giderseniz gidin, mutlaka bir haberle, bir sıcak sohbetle karşılacağınız Bursa’nın kıymetini bilmek gerekir. Ama önce kendinizi beton blokların arasından çıkarıp gerçek Bursa’yı görmelisiniz. Veysel Kaya www.veyselkaya.net