Dağakça' nın Torakçıları

Dağakça

Ekmeğini Dumandan Çıkaranlar “Dağakçanın Torakçıları”   ‘Ne güzel kaşların var Ne güzel bileklerin Hele ne ellerin var, ne ellerin’   Küçük çocuğun sürmeli gözlerine ilk bakışımda, bu dizeler gelmişti aklıma hemen. Sait Faik yine bu mevsimi. Yani kiraz mevsimini anlatıyordu şiirinde. Ne tesadüf ki kiraz mevsiminde, kirazın bol olduğu bir köydeydim. ‘Ne güzel gözlerin var senin. Sürme mi çektiler gözlerine’ diye sordum çocuğa. Utandı, cevap vermeden koşar adım uzaklaştı. Arkamda duran genç cevap verdi onun yerine. ‘Sürme değil abi o. Ocaklarda olmuştur muhtemelen’… Onun da gözleri aynı. Hoş geldiniz diye de ekledi ardından. – Ne ocağıdır bu? – Mangal kömürü ocağı. -Torakçısınız yani. – Evet abi. – Görmek isterim, eğer mümkün ise? – Bu gün köy hayrı ve şenliği var, haftaya gelirseniz neden olmasın.   İsmi Ramazanmış  konuşanın.Harika bir teklifti bu. Zaten davet etmesi için konuşmayı buralara getirmiştim. Yeni hikayemin konusu bu olmalıydı. ‘Dağ Köyünde ki Torak Emekçileri’ Yağmur sıcağından kaçıp, rastgele bu tarafa yönelmiştik, dağ havası alıp kendimize geliriz diye düşündük. İyi ki de gelmişiz. Tesadüf ki, bu gün Dağakça köyünün geleneksel dayanışma günü, köy hayrı, yada nasıl adlandırırsanız Yörük şenliği varmış. Tam da yemek saati girdik köye.  Yabancı olduğumuzu anlayan köylü bizi sıraya bile sokmadan masaya oturtup önümüze nefis köfte ve pilavı koydu.  Buraların havasından mı, suyundanmıdır bilinmez insanın yedikçe yiyesi geliyor. ‘Daha istermisiniz’ diye soran gence nezaketen teşekkürler, elinize sağlık deyip geçiştirirdik. Aslında bu mis gibi havada önümüze dünyayı koysalar yiyebilirdik.. Köy meydanında ki cami altındaydı bu yemek yediğimiz alan. Az sonra anons yapılıyor programın başlayacağına dair. Köyü gezelim öyle izleriz programı diyoruz ama, iki sokak öteye gidemeden sıklaşan anonsa kaptırıyoruz kendimizi. Havanın yağmurlu olmasından dolayı, branda gerili köy meydanında sıralanmış sandalyelerde oturan köylüler, halk oyunları gösterilerini merakla ve neşeyle izliyor. Ardından köyün 1920 lerde yaşadığı Yunan işgalini anlatan küçük bir tiyatro gösterisi sunuluyor. Gösterinin ardından yanımızda ki küçük çocuğa takılıyor gözlerim. Sonrası malum. İyi ki de takılmış ki Torakçılar ile ilgili bu yazıyı yazabiliyorum. Ramazanla bir hafta sonrası için sözleşiyoruz. Ne hikmettir ki bir hafta boyunca yağmur dinmiyor bir türlü. 10. günde hava biraz aralanınca yola çıkıyoruz. Keles yolu üzerinden devam ettiğimizde Doğancı barajının bittiği yerde bulunan köprüden geçip sağa doğru devam ediyoruz. Köy Bursa’ya yaklaşık 30 km. Köprüden geçmemizin ardından yollar o kadar virajlı bir hal alıyor ki insanın dikkatinin bir an bile dağılmaması gerekiyor.  Köye geldiğimizde Ramazanı arıyoruz. Ocakların köyde olmadığını ve daha 5 km. daha yolumuz olduğunu söyleyip bize yolu tarif ediyor. Biz ocakları köyde sanıyorduk. Sonra anlattığında anlıyoruz neden köye yakın bir yere kurmadıklarını. Köy yolunu aratan toprak yoldan epey ilerleyince mermer ocaklarının yanında karşılıyor bizi Ramazan. Yolun hemen altında ağaçlık bir alanın ortasında dumanları tüten yığını görünce anlıyoruz geldiğimizi. Köye epey uzak olduğu için hayvanları için barınak, kendileri için de bir çadır kurmuşlar. Bir kişi daima bu çadırda kalmak zorundaymış. Hem hayvanları için, hem de içten içe yanan mangal kömürlerinin dağılıp yangın çıkarmaması için. O öyle deyince aklımıza geliyor. Etrafı ağaçlarla çevrili alanda bu işi yapmak riskli değil mi diyoruz? Onlarca yıldır köylerinde bu işin yapıldığını ve bir kez bile bu bölgede torak yüzünden yangın çıkmadığını söylüyor bize Ramazan. Semaverde hazır bekleyen çayı bizlere ikram edip başlıyor bu işin nasıl yapıldığını anlatmaya. Dağakça köyü orman köyü sayıldığı için devlet her sene bölgede ki ormandan köylüye  bir miktar tahsis ediyormuş. Bölgeye göre bazen seyreltme, bazen de toplu kesim yapılıp ormanın daha sağlıklı yaşaması sağlanıyormuş. Kesimin ardından köylü yakacak ihtiyacını ayırdıktan sonra elinde kalan odunları köyden uzakta olan arazilerde mangal kömürüne çeviriyormuş. Köyden uzakta yapılmasının sebebi bu işlem yapılırken ortaya çıkacak dumanın tarım arazilerinde ki ürünlere ve insan sağlığına zarar vermesini engellemekmiş. Ne kadar duyarlı bir davranıştır bu dediğimde devletin benim gibi düşünmediğini öğreniyorum. Yaklaşık 20 km uzaklıkta olan Doğancı barajının sularını kirlettikleri sebebiyle ocaklar kapatılmak isteniyormuş. Baraj kenarında ki köylerin bazılarının atık sularının baraja karıştığını düşünürsek bu durumun ne kadar mantıklı olduğunu sorgulamak gerekir tabii. Bunun da ötesinde arkamı dönüp mermer ocaklarından çıkan tozun mu, yoksa mangal kömürü ocaklarından çıkan dumanın mı daha çok zararlı olduğunu düşünmeye başladım. Köylünün kendi kendini çekip çevirebildiği, ekmek parasını göç etmeden kazandığı bu zorlu işe giren büyük şirketlerin parmağı olacağını söylüyorum kendisine. Ses çıkarmıyor ama maalesef o da benim gibi düşünüyor. Şehre göç etmeden kendi imkanlarıyla para kazanmaya çalışan her köylünün başına gelen onların da başına gelecek gibi gözüküyor.  Eğer ocaklar kapatılırsa birçoğu Bursa’ya taşınacak. Köyde ki çocuk sesleri yerini sessizliğe bırakacak. Dağ köylerinin bir çoğunda olduğu gibi sadece ihtiyarların yaşadığı bir köye dönüşecek Dağakça. Oysa köylünün kendi imkanlarıyla kurduğu Dağakça Eğitim Vakfı ile öğrenim gören köy çocukları bu köyü daha da ileri taşıyabilecek gibi gözüküyor. Bu kadar dertleştikten sonra devam ediyor anlatmaya. Toplanan odunlar geniş bir alanda birbiri üzerinde çember şeklinde çatılarak diziliyor. Tam ortasında uzun bir ağaç direk gibi bırakılıyormuş. Sonrasında ağaçların üzeri saman ve ağaç yapraklarıyla kaplanıyor, en üzerine de toprak örtülerek hava almayacak şekilde hazır ediliyormuş. Hazır hale gelen ocağın ortasında direk vazifesini gören ağaç yerinden çıkarılıp tam ortadan ocak tutuşturuluyormuş. Tutuşup yandığına kanaat getirildiği vakit orta kısım da toprak ile kapatılıp hemen yanında çember şeklinde küçük delikler açılıyor, yanma sırası ortadan kıyılara doğru ilerliyormuş. Açılan her çemberin alt kısımları yandığında oralar da kapatılıp biraz daha dışına çember şeklinde delikler açılarak en dışa ulaşana kadar bu işlem böyle devam ediyormuş. Komple yandığına kanaat getirilen ocağın kıyısından açılarak içten içe yanarak mangal kömürüne dönüşmüş odunlar ayrılıp çuvallara dolduruluyormuş. Ağaç kesiminden, kömürün çuvallara girmesine kadar, yaklaşık 3 aylık bir zaman diliminde bu işi yapanlar sadece ocaklar ile ilgileniyormuş. 3 aylık zorlu sürecin ardından ocaklara kadar gelen toptancılara ürünlerini verip bir daha ki kesime kadar köyde başka işlerle ilgileniyorlarmış. Oldukça meşakkatli bir süreç olmasına rağmen köylü yaptığı işten gayet memnun. Belki de ekmek parası için başka alternatifleri olmadığından kanaatkâr davranıyor olabilirler. Marketten alıp tükettiğimiz her ürünün buna benzer hikayesi var aslında. Üretenin alnının terini son damlasına kadar akıtıp çok az kazandığı, pastanın büyük diliminin tüccar tarafından yenilip, tüketicinin sadece tükettiği bir sistem. Tüketim toplumunun özeti bu aslında. Ovada ki dev sanayi kuruluşlarında çalışan işçiyle, dağ köyünde ekmeğini kazanan köylü arasında pek fark yok. İkisi de üretip ekmeğini kazanıyor. Yaşadığı kente katkı sağlayıp ülkenin göz bebeği şehrinin adını yüceltiyor. Veysel Kaya www.veyselkaya.net